“Kendimiz olmak başkaları tarafından sürgün edilmemize neden oluyor ama başkalarının isteklerine uymak kendimizden sürgün edilmemize yol açıyor...”
— Clarissa Pinkola Estes
Aynı, gezegenimizin ve doğa ananın yağmalandığı gibi, zaman içinde kadına özgü içgüdüsel doğanın yağmalandığına, bastırıldığına ve ezildiğine tanık olduk. Vahşi kadın, içgüdüsel doğasını besler, korur ve çoğaltırsa, evrenle etkileşime girmenin sonsuz doğasına açık olmasından kaynaklanan bir güce sahip olur. Bu nedenle, insan tarafından empoze edilen herhangi bir güç ve baskı yapısı için tehlikeli bir tehdit haline gelir.
Uzun zamandır susuzluğunu çektiğimiz özlemlerimizle, artık bizler için çalışmayan bu sistemin baskıcı şiddetinden arınmış alternatif bir dünya inşa etsek bu ütopya nasıl olurdu? Sesleri görebildiğimiz, kokulara dokunabildiğimiz, renkleri duyabildiğimiz, biçimlerin biçimlerini kaybettiği, ayrışmış her şeyin “bir” olduğu, ağırlık hissinin yerini sonsuz ve özgürce bir hafifliğe bıraktığı, düşsel su dünyaları ve kadim ormanlar ile kaplı bir ütopya…
Yüzyıllardır içinde bulunduğumuz baskıcı ataerkil sistemin döngüsünü yıkıp, bunun yerine özgür ve eşitlikçi bir ütopya inşaa edebilir miyiz? ‘Other Side of the Universe’ sergisi, bu sorunun peşine düşerek, izleyiciyi kendi içindeki vahşi doğayı keşfetmeye, bastırılan sezgileri uyandırmaya ve ataerkil sistemin dayattığı sınırları aşarak alternatif bir varoluş biçimini tahayyül etmeye davet ediyor. “Cadı “(vahşi kadın) arketipinin çağrısında, her varlığın eşit ve özgür olduğu bir dünyanın mümkün olduğunu hatırlatıyor.